ÇARŞAMBA
Giriş Tarihi : 21-10-2023 19:00

BİN DOKUZYÜZ SEKSEN DÖRT

Her zaman adını duyduğum fakat asla zaman ayırıp okumaya fırsat bulamadığım bu distopik kitabı elime aldıktan 2 gün sonra bitirdim. Distopik olarak okuduğum en iyi ilk 10 kitaptan biri oldu.

BİN DOKUZYÜZ SEKSEN DÖRT

Her zaman adını duyduğum fakat asla zaman ayırıp okumaya fırsat bulamadığım bu distopik kitabı elime aldıktan 2 gün sonra bitirdim. Distopik olarak okuduğum en iyi ilk 10 kitaptan biri oldu. Başta bir önce okuduğum kitaba oranla sarmamış olsa da kitabın ilerleyen bölümlerinde kitaba bayıldığımı söyleyebilirim. Geleceğe dair bir kâbus senaryosu kaleme almış yazar. Yazdığı dönem ve yazdığı psikoloji düşünülünce ortaya böyle bir kitap yazmış olduğu için yazarı tebrik ediyorum çünkü bu kitap inanılmaz bir hayal gücünün kelimelere yansımış hali. Aldığı övgü kadar eleştirilen kitap tüm denilenleri hak ediyor.

Kitapta 3 farklı güçten bahsediliyor. Kitabın ana karakteri olan Winston Okyanusya’da yaşıyor. Bunun dışında iki ülke daha var Doğu Asya ve Avrasya. Okyanusya korku ile sindirilmiş, her daim insanları izleyen sistemlerin olduğu bir ülke. Düşünün ki televizyondan sizi görebiliyorlar, duyabiliyorlar ve her daim kontrol altına alınıyorsunuz. Bu kadar engel ve yasak varken kendinizi nasıl özgürce ifade edersiniz? Edemezsiniz. Zaten öyle bir beyin yıkama yapılıyor ki insanların birçoğu ifade edecek bir şey bile düşünmüyor. Hatta birçok çocuk kendi ailesini “Düşünce Polis”lerine şikâyet ediyorlar. Herkes son derece gaddar ve nefret dolu birbirine karşı.

Winston, bu sisteme rağmen düşüncelerini ifade etmek isteyen Okyanusya’nın parçalara ayrılan sisteminde “Hakikat” diye adlandırılan binada çalışan bir memurdur. Kitap karakterimizin eve gelip günce tutmaya başlaması ile başlıyor. Sizi izleyen bir televizyon varken, yakalanmadan ve ses çıkarmadan günce tutmak için çok sınırlı bir alanınız oluyor ve Winston bu sınırlı alanı kullanıp yakalanma ihtimaline rağmen yazı yazıyor. Yazısında “Büyük Birader” e olan nefreti büyük bir yer kaplıyor.

İşinin başına döndüğünde herkesin katılmak zorunda olduğu “İki Dakikalık Nefret” programına katılıyor Winston. Bu programda herkes gibi tüm nefretini kusuyor. Kız ona bir mektup gönderiyor ve bunun üzerine ikili şehir dışında izlenemeyecekleri bir yerde buluşma kararı alıyorlar. Birbirlerine âşık oluyorlar. Julia ile Winston birbirleriyle vakit geçirip birbirlerine sırlarını anlatmaya başlıyorlar.

Devlete olan isyanın sadece ikisi ile sınırlı olmadığını düşünmeye başlarlar. Daha önceden Winston’ın dikkatini çeken O’Brien ile konuşurlar. Onun sayesinde Emmanuel Goldstein’in örgütüne dâhil olurlar. O’Brien, Winston’a örgütün öğretilerinin olduğu bir kitap ulaştırır. Fakat tam o dönemde Nefret Haftası başlar. Winston, kitabı okumak için Mr Charrington’ın antika dükkânında kiraladığı odaya gider. Julia ile birlikte kitabı okur ve sohbet ederler. Tam bu sohbet esnasında çerçevenin arkasına gizlemiş tele ekran onları ele verir yakalanmışlardır. İçeri siyah üniformalı insanlar girer ve ikiliyi ayırırlar. Winston’ın aklında Mr Charrington gelir. O esnada kapıda belirir. Onun bir düşünce polisi olduğunu çok geçte olsa anlamıştır Winston.

Julia ve Winston ayrı odalarda hapis tutulurlar. Yanına birçok insan gelir gider bu insanların hepsi 101 numaralı odadan çok korkmaktadır. O’Brien ve içeriye giren bir görevli onu bayıltır ve 101 numaralı odaya götürür. Elektrik ve daha birçok işkence gören Winston son olarak kafasını fareler ile dolu bir kutuya sokma fikriyle karşı karşıya kalır. En büyük korkularından olan fareleri mi seçecektir, aşkı Julia’yı mı koruyacaktır? Julia’yı satar ve bir süre sonra artık onu izleyen bir şey olmadan dışarı çıkar. Beyni tümüyle yıkanmıştır ve kendisi de hiçbir şey hakkında düşünmemenin, partinin gösterdiği yolda gitmenin en mantıklı seçim olduğu anlamıştır. Aynı şekilde Winston’ı satan Julia ile karşılaşır bir süre sonra. İkili bir yere oturup muhabbet ederler. Sonra bir daha bir araya gelmeyecek şekilde birbirlerinden ayrılırlar.

 

AdminAdmin